Bir gün, adam dışarı çıkmış, Cevriye evde kalmıştır. Masanın üzerinde duran kitaplara göz atar, daktilo ile yazılanları okur; bu yazılar onun çok hoşuna gider. İçinde bir kıvılcım uyanır ve “Bunları o yazmış olmalı,” diye düşünür. Yazılanların duygusallığına ve yazarın ince ruhuna hayran kalır. Şimdiye kadar tanıdığı erkeklerden oldukça farklı, hem de oldukça yakışıklı ve çekici biri olarak tasvir eder bu adamı.
Cevriye içinden, “Ne, bu adama mı aşık oluyorum?” diye geçirir. Aşık olsa bile, “O da beni sever mi ki?” sorusu aklını kurcalar. Bu karmaşık düşünceler içinde akşam olmak üzeredir, fakat adam hâlâ dönmemiştir. Merak içinde, “İlk defa bir erkeği bu kadar merak ediyorum, bu aşk mı acaba?” diye mırıldanır.
Cevriye bu hislerle boğuşurken, kapı birden açılır ve içeri o adam girer. Telaşla selam verip valizini çıkararak eşyalarını düzenlemeye koyulmuştur. Cevriye hemen, “Ne oldu, aceleci bir yere mi gidiyorsun?” diye sorar.
Adam, “Evet, gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyiz,” diye yanıtlar. Cevriye, “Nereye?” diye merakla sorduğunda, adam “Çok uzaklara,” der.
Cevriye kaygıyla, “Ya ben ne olacağım?” diye sorar. Adam ise, “Ben bu evin bir aylık kirasını ödedim. İstersen burada bir ay kalabilirsin,” der. Daha sonra, valizini toparlayıp kapıya yönelir. “Cevriye, hoşça kal küçük hanım. Kendine iyi bak,” diyerek kapıdan çıkar ve merdivenleri hızla inerek sokağa kaybolur. Cevriye, pencere önünde adamın sabah kadar gözden kaybolmasını üzgün bir şekilde izler.
Hayatında böyle bir yalnızlık hissetmemiştir. Daha önce hiç bir erkek, kendisine bu kadar derin duygular yaşatmamıştır. Keder içinde, akşam yemeği bile yemeden yatağına kapanır ve gözyaşlarıyla sabaha zor ulaşır.
Cevriye, zamanla kendini toparlaması gerektiğini düşünerek sokağa çıkar. Tarlabaşı’ndan Taksim’e doğru yürürken, Emek Sineması’nın yanındaki kitapçının önünden geçerken gözleri gazete standlarına takılır. Bir gazetede, o adamın büyük bir fotoğrafını görür ve “Vatan Haini NAZIM HİKMET, Rusya’ya firar etti” başlığını okur. Bu haber karşısında, bulunduğu yere çöküp kalır.
Hikaye burada sona eriyor. Ancak; Suat Derviş’in “Fosforlu Cevriye” romanında, insan sevgisinin toplum dışına itilmiş bir fahişeyi nasıl değiştirdiğini başarılı bir şekilde anlatır. Romanda en çok merak edilen kişi ise, eserin ana kahramanı olan adamdır.
Adı bile bilinmeyen bu gizemli kişi, yeraltında kaçak yaşam süren bir devrimci, aranan bir siyasi suçludur. Hayatta kalmak için fahişelik yapan Cevriye’ye, yaşamında daha önce hiç bir erkek, kendisine “siz” diye hitap eden, saygı gösteren bu adam gibi davranmamıştır. Kimi incelemeciler bu adamın Nazım Hikmet olduğunu söyleseler de, Zihni Anadol’un ifadesine göre, “Hayır, Nazım Hikmet değildi. O Reşat Fuat Baraner’di. Olay gerçektir.”